tPFs3. - 0100 Son Güncelleme - 0100 Sual Yunus Emrenin, Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet andan içeru sözünü ileri süren felsefeci tarikatçılar, Biz batın bilgilerini biliyoruz. Birçok haramlar bize helaldir. Sual Yunus Emrenin, Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet andan içeru sözünü ileri süren felsefeci tarikatçılar, Biz batın bilgilerini biliyoruz. Birçok haramlar bize helaldir. Siz kitaptan öğreniyorsunuz. Bizse, Peygambere sorup anlıyoruz. Hatta Allahtan sorup öğreniyoruz. Şeyhimizin himmeti bizi marifetullaha kavuşturuyor. Kitaptan, üstaddan bir şey öğrenmeye ihtiyacımız yoktur. Din bilgilerine kavuşmak için, fıkıh bilmeye ihtiyaç yoktur. Bizim yolumuz sevgi yoludur. Eğer bu yol bozuk olsaydı, nurlar, Peygamberler, ruhlar, bize görünmezlerdi. Biz yanılırsak, haram işlersek, rüyada bize bildirilir, doğruları öğretilir. Fukahanın kötü gördükleri şeyler, bize rüyada kötülenmedi, iyi bildiğimiz için yapıyoruz. Bunun için şeriat yani dinin emir ve yasakları önemli değil, önemli olan marifete kavuşmaktır diyorlar. Dinin emir ve yasaklarına uymak önemli değil mi? CEVAP Cahiller, tasavvuf ehli zatların sözlerini anlamadıkları için, böyle yanlış yorumluyorlar. Yunus Emre, bu sözüyle, Dinin emri bir yoldur, bu yolda yürüyen, hedefine varır, rıza-i ilahiye kavuşur, Cennete gider. Bir de, hakikat var, marifet var, bunlar daha kıymetlidir, daha kıymetliye kavuşmak için, önce emir ve yasaklara uymak gerekir demek istiyor. Marifet, marifetullah nedir, bunu bilirsek mesele kalmaz. Marifet sahibi olmak, marifetullaha kavuşmak evliya olmak demektir. Tasavvufun gayesi, insanı marifetullaha kavuşturmaktır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki Marifetullah, Allahü teâlânın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Sıfatlarını tanımak, mahlûkların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır. Marifetullahın meydana gelmesi mâsivanın tamamına muhabbetten kalbin kesilmesine, kurtulmasına bağlıdır. Bir kalbde, iki zıt şeyin sevgisi bir arada olmaz. 3/36 Devamlı üstünlük, Allahü teâlânın marifetinden dolayıdır. Hazret-i Ebu Bekir, marifetullah cihetiyle hepsinden üstündür. Eğer başka bir sahabi, marifetullahta Ebu Bekr-i Sıddıktan daha üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu. Bir hadis-i şerif meali Ebu Bekrin, sizden üstün olması, namaz ve orucunun çokluğuyla değildir. Onun kalbinde dolu olan şeyledir. [Şevahid-ün-nübüvve] SUYA ABDEST BOZMAMALI Sual Hiçbir suya abdest bozmamalı deniyor, klozet içindeki sular da, buna dâhil midir? CEVAP Hayır, klozetteki su, buna dâhil değildir. Orası zaten abdest bozma yeridir. Abdest bozulması uygun olmayan sular; insan veya hayvanların içtiği yahut insanların kullandığı sulardır. Bunlar da, ırmak, çay, göl, gölet, havuz ve su birikintileridir Tel 0 212 - 454 38 20 Faks 0 212 - 454 38 29 -
Yunus Emre’nin “ Dizelerini “şeriat, cemaat yoldur varana” diye hafifçe değiştirelim. Buyurun siz de bakın, sonuçta etrafta görünen nedir? Varlık boşluk kabul etmez. İçeriği boşaltılan bir varlığın kendisi de ortadan kaldırılırsa onun yarattığı boşluğu ne doldurur? Doğamız gereği genellikle bir şeylerden kurtulmaya çalışırız, ama o kurtulduğumuz şeylerin bıraktığı boşluğu pek hesaba katmayız! O öyle bir boşluktur ki, bu boşluğun yarattığı sarsıntı ortadan kaldırılanın kendisinden çok daha ağır ve fecidir! Neredeyse bütün olumlu işlevlerini yitirmiş olan tekkeler, zaviyeler, dergâhlar ilga edilince doğal olarak onların bıraktığı bir boşluk oluştu. Bu boşluğu ne ile doldurduk? Veya şöyle soralım, doldurduk mu, doldurulması gereken bir boşluk olarak gördük mü? Koyun Yoksa Keçi Atalarımız bu tür sorulara ebedi cevaplar vermişler, çarpıcı metaforlar yükleyerek. Demişler ki, "Koyunun olmadığı yerde keçiye abduraman çelebi derler!" Yani bu, koyunların ortadan çekilmesiyle oluşan boşluğu keçiler doldurur demek! İlk hocamız Ahmet Yesevi'den beri, biz Türklerin dini kaynağı medrese değil, daha ziyade tekkeler olmuştur. Yani bizimkisi ilimden çok aşktan, akıldan çok gönülden, medreseden çok tekkeden, şeriattan çok tarikattan, fetvadan çok takvadan, azimetten çok ruhsattan, nesirden çok şiirden gelen bir dindir ve asırlar boyu bu, böyle olmuştur. Bu yüzden Allah'ın resulü olmaktan ziyade Allah'ın habibi bir peygamber algımız vardır. Bu yüzden hiç bir İslam toplumunda olmadığı kadar; doğumda, ölümde, nişanda, nikahta, asker uğurlamada, hacı karşılamada, ev almada, velhasıl her kutlama töreninde Mevlid okuma törenleri hayatımızın her alanını kaplamıştır. Bütün bu törenlerle peygamberimizin doğumunun ne alakası vardır? Bu yüzden, Osmanlı tarihi boyunca en çok okunan, hatta binlerce kişi tarafından ezberlenen kitap Muhammediye adlı bir kitaptır. Bu kitap dokuz bin beyit civarında bir şiirdir. Yüz binlerce insan asırlar boyunca peygamberimizi anlatan bir şiiri, hem de ezberden niye okur? Bizim din anlayışımızda şiirin, tekkenin, zaviyenin, dergâhların dolayısıyla bunların merkezinde olan aşkın ve gönlün derin etkileri vardır. Tekkelerin kapanmasıyla beraber bu etki de kapatılmış mıdır? İşte bu soruya gönül rahatlığıyla “evet” cevabı verilemez. Mekânları kapatırsınız amma o mekânlara gönülden bağlananları gönüllerini nasıl kapatacaksınız? Bir cemiyet dini olan İslamiyet, Türk toplumunda tarikatlarla çok sıkı bağlar kurarak aynı zamanda bir cemaat dini de olmuş, ister sahih, ister çürük bu ilişki yüzlerce yıl devam etmiştir. Tekkelerin kapanmasıyla dağılan bu gönül birlikleri ne olmuştur? Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, tarikatlar kapatılmış, faaliyetleri yasaklanmıştır amma sonuçta insanların o gönül birliklerinin sadece mekânı, statüsü, adı değişmiş o ruhani cemiyet yine devam edegelmiştir. Hangi adla? Ve sonucu neye mal olarak? Tarikattan Cemaate Tarikat ve dergâhların kapanmasıyla beraber, varlığın boşluk kabul etmeyeceği ilkesi tekrar devreye girmiş ve etrafı çok değişik cemaatler kaplamıştır. Bu engellenebilmiş midir? Tabii ki hayır. Tarikatlarda bir şeyh vardır ve onun etrafında kümelenmiş dervişler. Tarikatlar ruh arındırma yollarıdır. Dünyevi varlık alanlarıyla pek ilişkisi, sermaye hareketleriyle pek alakaları yoktur; zira bu doğalarına aykırıdır. Bazı tarikatların zamanla kapital sarmala düşmeleri, onlara özgü bir sapma olmuş olabilir. Osmanlının en büyük tarikat hareketlerinden birinin lideri olan Hacı Bayram Veli çiftçilik yapar ve geçimini öyle devam ettirirdi. Ruhani liderler, dünyevi liderleri manen desteklemiş ve onların yanında manevi fatihler olarak yer almışlardır. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Zamanla tarikatların bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan cemaat hareketlerinde de bir cemaat lideri vardır. Bu kişinin de manevi bir otoritesi mevcuttur. Fakat cemaatler tarikatların aksine sermaye hareketleri içinde fazlasıyla yer almışlar, bir müddet sonra muazzam meblağları kumanda eder hale gelmişler, varlıkları tehlikeye düştüğü anda tarikatlar gibi bunu sineye çekmeyi kabule yanaşmamışlar, aksine müthiş bir savaşın içine girmekten zerrece çekinmemişlerdir. Tarikatlarda baskın olan otorite genelde bireyin ruhani akışına ilişkinken, cemaatlerde otorite ruhani alandan ziyade dünyevi iktidarın tecessümüne ilişkin alanlarda daha aktiftir. Lider mutlak itaat bekler ve hareketin özgül ağırlığını, hareket sahasının yönlerini, etki alanları asla tartışmaya izin vermez. Cemaat hareketleriyle yetişen bireylerde harakiri ruhu çok daha yaygın ve salgındır. Cemaatin tehlikeye düşmesi, onun varlığının tartışılması anlamına değil de ilahi olanın tartışıldığı şeklinde yorumlanır ve itaatkâr üye bir müddet sonra belirli bir komutla dehşetli bir savaşçıya dönüşür. Kendisini korumak ve geliştirmek için sermaye hareketlerine ihtiyacı olduğunu söyleyen bir cemaat, bir müddet sonra kendisini koruyacağına inandığı sermayeyi koruma telaşına düşer ve asli yoldan müthiş bir hızla sapar. Bu sapma tamamen alakasız olmasına rağmen teolojik tartışmaları da beraberinde getirir. Grup, varlığına tehdit olarak algıladığı sermaye sorunlarını, sermaye diliyle değil de ilahi alana ait bir dille çözmeye çalışır; bundan amaç inananlarına müthiş bir savunma alanı ve meşruiyet açmadır. Peki, bu işe yarar mı? Bir müddet yarar gibi görünse de, ortaya çıkan sonuç tam da abduraman çelebi hikâyesine döner. Kendi cinsinden bir çözüme sunulmayan her türlü sorun, kendisini ortaya çıkaranı yemeye başlar. Cemaatlerde ruhani, manevi, dini ve dünyevi anlamda ve mutlak bir teslimiyet beklenir. Tartışmadan, sorgulamadan, lidere itirazdan şeytandan kaçınıldığı gibi kaçınılır. Cemaat lideri yarı tanrısal bir konumdadır, varlığı varlığına armağan edilmeyi bekleyen binlerin merkezinde ilahi bir metafor olarak somutlanır. Her hareketi, keramet ve hakikatin tam da esasıdır. Bu Ağacın Dalı Niye Düştü Sahtelerini bir yana bırakalım. Hakiki evliya için keramet göstermek utanılası bir durum olmuştur. Bu yüzden keramet için bunlar "hayz-ı rical" derlermiş. Bir veliye "Sizin kerametiniz nedir?" Diye sorulunca kulaklara küpe olacak şu cevabı vermiş "En büyük keramet istikamet üzere yaşayabilmektir!" Yani dininin gereklerini yerine getirerek yaşayabiliyor musun? İşte en büyük keramet budur demek oluyor. Rivayete göre Abdülhakim Arvasi bir gün müritleriyle beraber bir ağacın altına oturmuş sohbet ediyorlarmış. Hazret “ateş olsa da şöyle bir kahve pişirsek” demiş. O, bu sözü söyler söylemez ağacın tepesinden kuru bir dal parçası hemen önlerine düşüvermiş. Etrafta birden derin bir sessizlik olunca Arvasi hazretleri hemen bir müridine dönerek “söyle bakayım ne oldu?” diye sormuş. Mürit, gayet kendisinden emin bir hareketle “Efendim, bu dalın ömrü dolmuş ve eceli geldiği için aşağı düşmüştür” demiş. Bu sözlere hayli sevinen Arvasi hazretleri “bana böyle müritler bahşeden Allah’a hamdolsun!” demiş. Müritler, bütün bu sünnetullahı şeyhin takdirine bağlayınca tarikatların kapılarına vurulacak zincirlerin halkaları daha da sıklaştı. Onlar keramet izhar etmediler, öbürleri illa da bunu keramete yorumlamak istediler., Şeyhler de cahil müritlerden Allah’a sığındılar. Onların yerleri alan Cemaatlerde bu durum nasıl tevarüs etti? Gerçi, cemaat liderleri de cahil mensuplarından Allah’a sığındılar Fakat günümüz cemaatlerine bakıyoruz, yetiştirilen insan tipine bakıyoruz; Sorgunun, eleştirinin istikametine ve hacimsel ağırlığına bakıyoruz; Korumak için edinilenlerin korunması için sarf edilen o muazzam gayretlere ve savaşlara bakıyoruz; Tarikatları ve dergâhları kapatarak onların yetiştirdiği insan tipinden toplumu temizlemek isteyenlerin, cemaatler bu haldeyken niyetlerinin ne kadar tahakkuk ettiğine bakıyoruz; Mutlak itaatin yarattığı insan tipinin kutsalla dönüştürülmek istenen insan tipiyle mukayesesine bakıyoruz… Yunus Emre’nin “ Dizelerini “şeriat, cemaat yoldur varana” diye hafifçe değiştirelim. Buyurun siz de bakın, sonuçta etrafta görünen nedir?
Seni Ben Severim Seni ben severim candan içerû Yolun vardır bu erkândan içerû Şeriât tarikât yoldur varana Hakikat marifet andan içerû Dinin terk idenin küfürdür işi Ol ne küfürdür imandan içerû Beni sorman bana, ben ben değilim Bir benliğim vardir benden içerû Süleyman kuş dili bilir dediler Süleyman var Süleymandan içerû Kesildi takatim dizde dermân yok Bu ne mezhep imiş dinden içerû Yunus’ un sözleri hundur âteştir Kapında kul var Sultandan içerû I Love You I love you beyond my heart You have a path beyond all ways, Sharia, Tariq’a are paths for those who reach Haqiq’a, marif’a are beyond them He who leaves his religion is in blasphemy What a blasphemy that is, beyond faith Do not ask me from me, I am not at me There is a me in me who is beyond me They say that Suleyman knows the tongue of birds, There is a Suleyman beyond Suleyman I have lost my strength, there is no power in my knees, What a sect this is, beyond religion Yunus’ words are blood and fire At your door, there is the servant beyond the Sultan
Eskiden “Lacoste” çok matah bir markaydı. Hani timsah logosu olan.. Lakin pahalı! Neyse ki uyanıklar sahtesini ürettiler. Kapalı çarşıda kolayca bulunurdu. Ama bir yıkamada renginin akması mı dersin, kumaşının kaşındırması mı dersin, en kötüsü de anlayanın bir şekilde giydiğinin sahte olduğunu çakmasıyla rezil olmandı. Bir anda “çakma” olmaklığının anlaşılmasıyla alay konusu olurdun. Ama kimsenin aklına bu sahtecilikten dolayı “Lacoste” firmasını dava etmek gelmedi. Ne yapsınlar, markaları seçkin olduğu için kopyalanıyorsa onların suçu mu? Denetlesindi devlet, herşey ortadaydı zira.. Hakkına tecavüz edilen marka, sahtesini üretene dokunulmazsa, utanmadan alıp giyen umursamazsa, itibarı mı kalır ortada? Hadi kaldı diyelim kaliteli maldan anlayanlar sağolsun, bi de üstüne sahteleri üretiliyor diye orijinal markanın suçlandığını ve yasaklandığını düşünün; olan esas o ülkenin, o düzenin itibarına olmaz mı Dünya’da. Haramlığı bir yana, belki de o sahte ürünün kanserojen falan olma ihtimali öte yana; katmerli rezalet… Bu örneği siz alın Tasavvuf kurumlarına uyarlayın!Tabi bence mesele bu kadar masum da değil. Yeni bir Dünya düzeni tasarlayanlar, bu düzenin oluşması için kendininkiler dışındaki tüm ideolojilerin ya yok olmasını ya “tukaka” edilmesini ya da içinin boşaltılıp kendi ideolojilerinin birer uydusu olmasını istediler. Din açısından; öncekiler insan nefsiemmare yönünde dönüştürüldüğü ve bütünlükleri zedelendiği için inen Muhammedi İslam da aynı yönde dönüştürülmeliydi. Kuru kuruya şekli bazı unsurların, içi boş ritüellerin kalmasında sakınca yoktu; zulümle, küfürle mücadele ruhu baş hedef oldu, ve gönülleri fetheden kültürü.. Dünyevi ve nefsani putlar inşa etmenin ve bunları pazarlamanın önündeki en önemli engel emperyalist güçler sömürü hedeflerindeki bir çok ülkede dinin özü olan Tasavvuf ekollerinin, yani tarikatlarınHakka giden yol anlamında büyük direnişini kırmanın önemini kavradılar ve elleri sıvadılar. Bir koldan sahteci paralel tarikatlar oluşumuna destek veriliyor, diğer koldan gerekirse siyasi erk satın alınıp direnç gösteren köklü tarikatların üzerine baskı kuruluyor, ajanların tüm şeyhlerin ne yemeyi ne yapmayı sevdiğine kadar fişlemesiyle bunlar ya satın alınmaya çalışılıyor ya şantaj vs hatta suikast yöntemleriyle hallediliyordu. Bunun yerine de “piyasa”ya sürekli “new age” sözde manevi gelişim alternatifleri sunuluyor, propaganda araçları projenin diğer önemli ayağını oluşturuyordu.. Bu, bilhassa coğrafyamızı ve hinterlandını etkileyecek şekilde uzun zamandır devam eden bir süreç…Anlayacağınız, “Kapitalist Dünya Düzeni”nin sebep olduğu sorunlara, acılara panzehir olabilecek bir öz kültür pınarımız bu şekilde kurutuluyor. Meselenin bu günlere gelmesinde elbette kimi Tasavvuf müntesibinin de payı, en hafifinden ihmali var. Hakk yol ihmali, hafifliği kabul etmiyor. Lakin gerekli olan yasaklamalar değil “ıslahat”tır. Nasıl ki sağlık sektöründe, hukuk alanında olabilen yozlaşmalar bu sistemleri tümden lağvetmekle hallolmayacaksa.. Tasavvuf öğretisi ve bu öğretinin uygulandığı kurumlar acilen koruma altına alınmalı, kalan ehillerinin sistemi ıslah etmesinin yolu açılmalıdır. Çünkü Tasavvuf, Din-i İslam’ın iyi ahlakla, gönül eğitimiyle ilgili olmazsa olmaz bir saç ayağıdır. Akaid, Fıkıh, Kelam vs yanında… Değil mi ki ruhsuz ceset topraktan ibaret, irfansız ilim akla hakaret! Tercih bizim..Eğer tercihimiz nefsimize uydurulmuş bir dinse boşverin bu söylediklerimi, sadece şekli yapmayı yeterli görüyorsanız ibadetleri, önemi yok. Ahlakta incelik, edep, perspektif, vera, takva, gönlün masivadan temizlenmesi, Hakk’a ve sevdiklerine, başta Resulullah’a ve Ehli Beyt’ine, veli kullarına muhabbet demode kalıyorsa varlık tahayyülünüzde diyecek bir şey yok. Ya da ben herşeyi zaten kendi başıma da hallederim diyorsanız binlerce yıllık kültürel birikime, kurumlarına sırtınızı dönerek, sağlam bir silsileyle günümüze intikal eden himmet kanallarını hiçe sayarak, yol yordam beğenmeyerek, vesilelere vefa göstermeyerek, rehbersiz, birlikteliği öteleyip bireyselliği yücelterek; Allah selamet versin! Veya din zaten işlevsizdir sizin için ama manevi gelişim arzularsınız; o halde ister felsefeye takıl, fal baktır, nevi zuhur guruların peşine düş, bir pop ikonunu idolleştir, hayat koçlarına para yatır, ister alışverişe çık, psikoloğa git, seanslara katıl, uzaylılarla konuş, meditasyon yap, koyu takım taraftarı ol, kendini bir hobiye kaptır.. Bunlar serbest, neredeyse denetimsiz, ruhani çıktıları bir kenara kimse sizi yaftalamaz, ama “tarikat” dedin mi mesele.. Aslında bu bahsettiklerimin hepsi adeta neo-tarikatmanevi yol olmuşlar da, maksat bahane…Tüm bu saydıklarımın yanında bir de esas -maalesef sorun olan- “Tarikat” kılığına girmiş oluşumlar var, bugünlerin gündemi haklı olarak. Ve insana, İslam’a en büyük zararı veren bunlar. Çakma “tarikat” etiketleriyle “orijinal marka”nın itibarını zedeliyorlar, alternatif yol arayanlara haklı gerekçeler sunuyorlar, gelenekten kopuşumuza kılıf uydurulmasının vesileleri oluyorlar; “rantiyye kültleri”.. Bunları görenler bir de medyanın -negatif- “tarikat” yaftalamasıyla kemikleşen anlam kaymasını gerçeği yerine koyarak işin ehline de şüpheyle bakıyor, kimi de toptan buğz ediyor. Zaten İŞİD benzeri örneklerle bu, İslam’a karşı yürütülen bir taktikti; aynısının farklı versiyonu.. Kötü örneğin örnek olmasının önü tez elden alınmalı! Mesele enine boyuna tartışılmalı…Tartışılıyor da! Ama ne yazık ki bazı sıkıntılar göze çarpıyor; meselenin tartışıldığı programlarda nedense konunun birinci derece muhatabı olması gereken, içini dışını, esasını, tuzaklarını bilen gelenekten Tasavvuf ehli zatlara pek yer verilmediği görülüyor. Daha ziyade Tasavvufu, “tarikat” kavramını, erkanını ya tam anlamamış ya yanlış anlamış aleyhinde kimselerle sorun tartışılıyor. Üstelik kimi de akademik “titre”ünvan sahibi.. Bazısının konuşmalarından kendilerinin bildiğimden bambaşka bir İslam anlayışında olduğunu anlıyorum. Nursuzlar, gönlümü kıpırdatacak, muhabbet uyandıracak bir halleri de yok, lakin malumat çok. Konuları bağlayamıyorlar, gereğince anlamlandıramıyorlar, ukalalıklarından geçilmiyor ve “Kuran’a uyun” dediklerinde bakıyorsunuz aslında “Kuran’dan benim anladığıma uyun” demekte, iddiacılar. Bunların bir kısmı ortamı boş bulduklarından mı sivrilmişler, ortamlarında kendilerine takipçiler edinmişler, açıktan şeyhleri eleştirip kendileri çaktırmadan ehliyetsiz şeyhlik etmedeler, bıraksan herkese nizam verecekler. Sanırım statükolarını korumak peşindeler, gayrimeşru bağlantıları varsa yahut kurumlarında kadrolaşma olayına da girmişlerse şaşılmaz. İnsana “demek akademik tarikatlar da oluşmuş bu boşlukta” diye düşündürüyorlar.. Sanki İslam’da “dinde zorlama yoktur” ilkesi yokmuşçasına, dinin doğru anlaşılması yetmezmişçesine, dini sürekli başka “daha üstün” kavramlarla denetlemek gereğini savunabiliyorlar, “laiklik, mürid, mürşit, teslimiyet vs” kavramlarını saptırabiliyorlar, “rönesans, reform”dan bahsediyorlar, denetleme mekanizmalarını işlerine geldikleri gibi tarif etmeye kalkıyorlar, kah tekkeleri müzeleştirmeye, folklorik bir yapıya indirgemeye kalkıyorlar, bir şekilde hep kötü örnekler üzerinden korkutuyorlar… Sonra ayıkla pirincin taşını. Yazık, bunlar böyle kimi irşad edebilirler? Kendilerinden elimden geldikçe feyiz almaya çalıştığım değerli alimlerimizi, akademisyenlerimizi, saygıdeğer hocalarımı ve konuya hakkını veren medya kurumlarını tenzih ederimVelhasıl her halükarda Allah’ın dediği olacaktır. Bu konu daha çok su kaldırır. Bakarsın biz bunlarla uğraşırken Batı’damesela merkezi Portekiz olan bir alternatif “çatı din” kuruluverir. Biz “İslam zaten çatıdır” desek de isteyen kafasına göre takılır, herkes istediğine tapınır tabi katılmayan çağdışı kabul edilip ayıplanır, asimilasyon mekanizması hızlanır. Yeter ki yönetişim piramidinin tepesindeki klanların düzeni devam etsindir. Ne yapalım, zorla değil ya, demokrasi varbize “ucundan acık” olsa da, fakir vazifemi yaparım keyfime bakarım; hidayete erdiren Allah’tır, günün sonunda çakmasıyla hakikisini ayırır! Entel Hadi Entel Hakk!Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİSon not Başlığa aldığım dize Yunus Emre Hazretleri’ne aittir. Onun gibi, İbn-i Arabi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi zatları kültürünün temelinde sayan bir medeniyetin, onların yolunun -adı nasıl anılırsa anılsın- ebediyete kadar devam edecek yol olduğunu bilmesi, sahip çıkması, halkın kültür, eğitim/öğrenim ve bilgilenmesinde sorumluluk sahibi olanların da -Allah rızası için- yakışan hassasiyetle davranması, en nihayet yöneticilerimizin bu hayati konularda gerekli ihtimamı göstermeleri temennimdir; bizi rehbersiz bırakmasınlar vesselam..
şeriat tarikat yoldur varana ilahisi